reklam
reklam

AH BİR ATAŞ VER VE DUMLUPINAR

Köşe Yazarı: NEJLA BİLGİN   Eklenme Tarihi: 25 Şubat 2020, Salı - 10:03   Okunma Sayısı: 95838

Eskilerden kalan hantal elbise dolabının önünde durdu, yavaşça kapısını açtı. Elli yıllık siyah erkek paltosuna baktı. Sahibinin kemikleri bile kalmamıştı mezarında. O palto ise hala simsiyah rengiyle giyilebilir durumdaydı. Beyaz gelinlik İle  beyaz damatlık ise zamana yenilmiş sarı lekeler oluşmuştu. Tesbih, tütün tabakası, çakmak, çocukluğunda çevirdiği topaç bile elbise dolabının çekmecesinde bez mendillerin yanında duruyordu. Bastonu ise aynı yerde bıraktığı gibi asılıydı. Sahibi ile gezmeye gitmeyi bekler gibiydi. Diğer çekmecede, evraklar vardı. Hepsi de zor okunur hale gelmişti. Diplomalar ise Çini mürekkebi ile yazılmıştı, kağıtları sararmasına rağmen muhteşem yazıları ile zamana direnmişti. Albümdeki resimler, sararmış, resimdekilerin yüzleri solmuştu. Oysa onların giysileri  zamana karşı direnmeyi başarmıştı. Kıyafetler zamana, ölüme  inat aynı şekilde durmayı nasıl başarıyordu? 

Insanlar  kendini çok güçlü sanarken, beklenmedik anda hazırlıksız yakalanıp, zamana yenik düşüyor, yok oluyorlardı.

Kendi kendine düşündü.  Vazgeçenler her zaman insanlardı. Birbirinden, mekandan,  anılarından,  hâyâllerinden,  bazen de yaşama tutunma duygusundan ve kendilerinden.

Vazgeçmeyenlerse zamana ve yaşama tutunmaya devam eden inatçı insanlar ve çürümeye direnen eşyalardı. Insanların olduğu gibi eşyalarında bir yaşanmışlığı belki de hafızaları  vardı.  Bu sebeple çürümeye, kurtlanmaya karşı bunca yıl direnmeyi başarıyorlardı.

Ondan sonra gelenler, onun vazgeçmediklerinden hemen vaz geçecek, o evdeki eşyaları onun anılarını hoyratça sokağa atacaklardı.

Ayakkabıları ile evin tüm odalarında dolaşacaklar, tüm dolapları açacaklardı. Her parçaya; sanki çok Antikadan anlarlarmış gibi para kazanma hevesiyle uzun, uzun bakıp inceleyecekler. Sonra bir bilene sorup Antika olanları paraya çevirip, Antika olmayanları  ise değersiz görüp hemen yok edeceklerdi.

 

Elbise dolabının önünde duracak tahta kapakları açıp askılardaki eski giysileri yatağın üzerine yığacak, içlerinden işe yarayacak olanları kıyafet balosu için ayıracaklar geri kalanları  çöpe atacaklar veya ihtiyaç sahiplerine dağıtacaklardı.

 

Pirinç başlıklı karyolasına hüzünlü bir bakış attı. Özel yapımdı ve ilk aldıklarında çok mutlu olmuştu oysa şimdi pirinç başlıklı karyola modası geçeli yarım asır olmuştu.

 

Tam elli yıl önce o güçlü ve yakışıklı adam aniden gidivermişti. Oysa onunla yaşlanacak, birlikte anılar biriktirecek ne hâyâller kurmuştu. İkisi de çok gençti tanıştıkları vakit ve hiç zaman kaybetmeden hemen evlenmişlerdi. İkisi de beyazlar giymişti düğünde gelinin gelinliği kadar damadın beyaz üniforması da göz kamaştırıcıydı. Beş yıllık evliliklerinde iki evlat sahibi olmuşlar, toplasan bir yıl bile birlikte kesintisiz kalamamışlardı. Kutsal görevdi eşinin görevi, o görevlerden birinde mavi sularda ebediyete gitmişti. Sene 1953 yılının 3 Nisanı 4 Nisana bağlayan gecesiydi yer Nara burnu, geminin adı Dumlupınar idi.

 

1953 yılının Mart ayında NATO, Akdeniz'de büyük çapta bir tatbikat yapacaktı. Doğal olarak Dumlupınar da bu tatbikata katıldı. Birkaç gün süren başarılı tatbikat sonrasında Dumlupınar, Gölcük'teki üssüne geri dönüyordu. 3 Nisan'ı 4 Nisan'a bağlayan gece Çanakkale Boğazı'na girdi. Boğaz sadece coğrafi yapısı sebebiyle zorlu bir yer değil, aynı zamanda deniz akıntılarının da çok şiddetli olduğu bir bölgeydi. I.Dünya Savaşı sırasında cepheleri döven İngiliz zırhlıları, boğazın darlığı sebebiyle Türk topçusunun ateşinden kaçamayarak büyük kayıplar vermişlerdi. Dolayısıyla boğazı geçmek denizciler için her zaman kendine has riskler bulunduruyordu.

 

Çanakkale Boğazı'nın en dar yeri olan Nara Burnu yakınlarından geçiliyordu. Gecenin karanlığının yanı sıra etrafta yoğun bir sis vardı, adeta göz gözü görmüyordu. Tam o sırada Dumlupınar'ın baş kısmı bomba gibi patladı. Denizaltının üzerinde nöbet tutan askerler denize döküldü. Dumlupınar, İsveç bandıralı Naboland adlı bir şileple çarpışmıştı. Suya düşen denizcilerden ikisi, Naboland'ın pervanelerine doğru sürüklenerek can verdi. Birisi de akıntıya kapılarak yaşamını kaybetti. 5 denizcimiz kurtulmuştu.

 

Dumlupınar boğazın soğuk sularına gömüldüğünde, sadece 22 denizcimiz arka torpido bölümüne sığınmayı başarabilmişti.Diğer denizcilerimiz ise, yıllar evvel atalarının düşmana aman vermediği, geçilmeyen Çanakkale'nin serin sularında, ebedi makberlerine gömülmüşlerdi. Günün ilk ışıklarıyla birlikte Dumlupınar'ın kurtarma şamandırası bulundu.

 

Denizaltında mahsur kalan askerlerle, kurtarma şamandırasındaki telefon aracılığıyla iletişime geçildi. Askerlere gereksiz yere konuşmamaları, sigara içmemeleri, şarkı veya türkü söylememeleri tembihlendi. Zira bu hareketler sınırlı oksijeni çabucak tüketecekti. Kısa sürede Kurtaran adlı yardım gemisi operasyonlara başlamıştı. Tümamiral Fahri Korütürk de Gölcük'ten olay yerine hareket etmişti. Bu olaylar cereyan ederken, Dumlupınar'a çarpan Naboland şilebinin kaptanı Oscar gözaltına alınmıştı.

 

Dumlupınar'dan atılan yardım şamandırası, kurtarma çalışmalarına kaynaklık ediyordu. Şamandıranın teli takip edilerek denizaltıya ulaşılacaktı. Denizaltı, Kurtaran gemisine bağlanacak ve sudan çıkartılacaktı. Tam 11 dalış yapıldı, fakat 90 metre derinliğindeki denizaltıya hiçbir dalgıç ulaşamadı. Şartlar yetersizdi, bu derinliğe başarılı bir dalış yapabilecek teçhizatlar yoktu.

 

Ah Bir Ataş Ver

Boğazın kuvvetli akıntısı sebebiyle çalışmalar bir türlü ilerleyemiyordu. Son dalgıç yaklaşık 80 metre kadar derine inmeyi başarmıştı. Fakat basıncı dengelemek için kullanılan aletler yetersizdi. Dalgıç yüzeye baygın bir şekilde çıkartılmış ve hayatı zorlukla kurtarılmıştı. Kurtarma çalışmalarını boşa çıkaran hazin olay ise, Dumlupınar ile şamandıra arasındaki telin kopmasıydı. Böylece yüzey ile su altındaki denizcilerimiz arasında hiçbir bağlantı kalmamıştı.

Kurtarma çalışmaları sonuç vermeyince denizcilere bu defa sigara içebilecekleri, sohbet edebilecekleri söylendi. Hatta türkü bile söyleyebilirlerdi. Denizin metrelerce altında, karanlıkta 'vatan sağ olsun' diyen askerler, son sigaralarını içerek muhabbet ederken 'ah bir ataş ver' adlı türküyü hep bir ağızdan söylediler.

Takvimler 7 Nisan 1953'ü gösterdiğinde, artık Dumlupınar ile hiçbir irtibat kalmamıştı. Bilinene göre mevcut oksijen denizcileri 72 saat idare edebilirdi. 7 Nisan tarihiyle birlikte bu süre dolmuştu. Saat 15.00'de Başaran adlı gemide denizciler için bir tören düzenlenerek kurtarma çalışmalarına son verildi.

Dumlupınar denizaltısında şehit olan 81 denizcimiz, her yıl çarpışmanın olduğu yerde yapılan törenlerle anılmaktadır.

Haberi alan kadın günlerce kendine gelemedi. Evlatları henüz bebekti. Birisi üç yaşında diğeri de altı aylıktı. iki çocuğuna kendi anne ve babası baktı. Bir daha yaşama aynı pencereden bakamadı, hiçbir gün yaşadığı günü  ve anı yaşamadı, onun hayalleri, sevgisi ve yaşama umudu aşık olduğu adamla birlikte sulara gömülmüştü.

Evi mabedi oldu, orada inzivaya çekildi, kendisini dış dünyaya kapattı. Ne kendinin ne eşİnin hiçbir arkadaşı İle görüşmedi. Kimseyi görmeye tahammül edemedi ve kimse İle geçmişten söz edemedi. Yüreği ne ölümü kabullendi ne de temelli öldü. O araftaydı iki tarafa da eşit mesafede yakın, eşit mesafe de uzaktı. Ölümün soğuk nefesini ensesinde hissederken, annelik yapamadığı evlatlarının sıcak nefesi yüzünü yakıyor, yitirdiği sevdası yüreğinin buzullarında kalbini donduruyordu. 

Bir şehidin ardından onu seven kadın yaşayan bir ölü olarak sadece nefes alıyordu. Seyahat ettiği tek yer Çanakkale ve hüzünle baktığı sular bir zamanlar tarihe tanıklık etmiş mavi sulardı. Sevdiği tek renk mavi idi ve yaşamının sonuna kadar üzerinde mavi renkli bir giysi taşıdı. 

 

 

reklam

MOBİL UYGULAMAMIZ

HABER ARŞİVİ


Yeşim Demir'le Rüya Yorumu


KÖŞE YAZARLARI

reklam
reklam