reklam
reklam

İstanbul ve Yangın Kuleleri

Eklenme Tarihi: 5 Aralık 2017, Salı - 10:00   Okunma Sayısı: 202192

İSTANBUL

Can ve mal kaybına yol açan, insanlar başta olmak üzere hayvanlar ve bitkilerinde içinde bulunduğu doğal yaşamın içindeki tüm canlılara zarar veren olaylara doğal afet denir. 

Hepimiz bunları okul yıllarında öğrendik ve yaşantımız içinde belki bir kaçı başımıza geldi yada çevremizde olduğunda medya aracılığıyla haberdar olduk. Bilgilenmek ve tedbirlerimizi almak adına doğal afetler nelerdir tekrar hatırlayalım istedim. 

Doğal afetler; jeolojik ve meteorolojik olmak üzere ikiye ayrılıyor. 

Jeolojik afetler ise; şu anda ülkemiz için de beklenen ve büyük risk teşkil eden deprem. Yine Anadolu’da dağlık yerlerden geçen yollar ve yaşam alanlarının çok fazla yağış alması sonucu oluşan kayma yani heyelan. Çok şükür ki bizim ülkemizde hiç bir şekilde yaşamadığımız yanardağ patlamaları sayılabilir. 

Meteorolojik(Hava olayları) afetleri ise; oluştuğu bölgeleri büyük hasara uğratan, bazen mal bazen de can kaybına uğratan sel, çığ, fırtına, kuraklık, hortum ve ülkemizin ciğerleri olan ormanların yanması sayılabilir. 

Doğal afetlerden farklı olarak bir de insan kökenli afetler vardır ki bunlar da yangınlar, hava, su ve çevre kirlenmeleri ile ulaşım kazaları olarak sıralayabiliriz. 

Yukarıda kısaca değindiğim afet türleri meydana geldiğinde sadece canlılara değil yaşadığımız alanlara ve doğaya da zarara vermektedirler. Bizler gerek doğal afetler gerekse insan eliyle olan afetlerden korunmak için bilinçlenmeli ve gerekli maksimum önlemleri almalıyız. 

Kısaca afetler konusuna değindikten sonra benim bu gün size ayrıca bahsetmek istediğim bir afet türü var ki bu da en az diğerleri kadar tehlikeli. Bu tehlikeli olay kış aylarında sıkça duyduğumuz sobalı evlerde çıkan, yazın ormanlarımızın yanması ve de iş yerlerinde oluşan yangın. 

Oluşuna göre can ve mal kaybına sebebiyet veren ayrıca ülke ekonomisine de hasar veren yangının oluşması nasıl olmaktadır dersek eğer; Yanma; Maddenin ısı ve oksijenle birleşmesi sonucu oluşan kimyasal bir olaydır. 

Yangına sebebiyet verenler ise alınmayan önlemler ve dikkatsizlik sayılabilir. Kimi zaman küçük bir çocuğun eline geçen bir kibrit, evlerde bulunan tüp gazlarının bilinçsizce kullanımı, yanıcı ve parlayıcı maddelerin ortalıkta olması kimi zaman da elektrik kaynaklı yangınlar oluşmaktadır. 

Yangından korunmak için küçük önlemler alınarak büyük bir felaket önlenmiş olur. Kısaca bu önlemler ise şöyledir.

Kış geldi ve hala bir çok evde soba ile ısınılıyor. Çatlak, hatalı inşa edilmiş veya dolmuş bacalar yangın nedeni olabilir. Bacalar devamlı temizlenmelidir, tavan arası ve bodrumlar temiz tutulmalıdır.

Çeşitli ihtiyaçlar için bulundurulan yanıcı maddeler evinizin veya iş yerinizin uygun bir yerinde saklanmalıdır.

Soba, kalorifer ve mutfak ocaklarından çıkabilecek yangınlara dikkat edilmelidir.

Gerek sobalı evlerde  gerekse mutfaklarda çocukların ateşle oynamalarına engel olunmalıdır.

Sigara içilmemesi gereken yerlerde bu kurala kesin uyulmalıdır.

İş için kullanılan kaynak ve kesme işlemlerinde çok dikkatli olunmalıdır.

Binalarımızda ve iş yerlerimizde elektrik donanımına ehliyetsiz kişiler el sürmemelidir.

LPG tüplerinin bulunduğu mutfak ve banyolar sürekli havalandırılmalıdır.

Yukarıda saydığım tedbirler kişilerin ya da kurumların uygulayacağı basit tedbirler olup büyük felaketleri önlemekte yeterli olacaktır. 

Bir de şehir ve orman yangınlarına karşı önlem almak için yangın kuleleri inşa edilmiş. İstanbul’un tarihsel geçmişinden günümüze uzanan adeta gökyüzüne uzanan minareleri ile camiler ilk sırada yer alırken neredeyse onlarla yarışır yükseklikte olan ve camilerimiz gibi tarihi eserlerimiz arasında yer alan yangın kuleleri her bir penceresinden bakıldığında İstanbul’un muhteşem güzelliğini  gözlerimizin önüne serer. 

Geçmişten günümüze kadar gelen ve büyük ihtişamı hala koruyan  yangın kulelerinden Galata kulesi ve Beyazıt kulesi hakkında bir araştırma yaptım ve sizlerle paylaşmak isterim.  

Galata Kulesi

Yapıldığı zamanlarda belki de en uzun yapı olma özelliğini taşırken Osmanlı döneminde yanında yükselen cami ve minareler ile aynı gökyüzünün altında uzun bir tarihe tanıklık etmiş, şimdilerde etrafında gelişi güzel yapılmış binalar arasında kalmış, kat ettiği uzun tarih yolculuğu boyunca kurulan ve yıkılan bir çok devlete tanıklık etmiş, bu tanıklığı ile halkın tarihi merak ve ilgisi ile ziyaret ettikleri yerler arasına giren ve  yangın kulesi denilince akla ilk gelen Galata Kulesi, geçmiş dönemlerdeki ise İsa Kulesi olarak da adlandırılmış. Galata Kulesi’nin yapım tarihi ile ilgili tahminler ise MS 500’lü yıllara işaret ediyormuş. Tarihten günümüze  çok önemli ve en eski eser olarak gelen bu kule; Romalılar, Venedikliler, Cenevizliler ve Osmanlılar tarafından farklı amaçlar için tarih boyunca kullanılmıştır.

Galata Kulesi’ni anlatırken Seyyahımız Evliya Çelebi ve Hezârfen Ahmed Çelebi’yi anmadan geçemeyiz. 

Evliya Çelebi’nin "Seyahatnâme"de olayları biraz abarttığı hatta kulağa fantastik gelebilecek şekilde anlattığı bilinmekle beraber Hezârfen Ahmed Çelebi ve Galata’dan tarihi uçuşu konusunda başka da bir kayıt bulunmaması nedeniyle öyle olduğuna inanacağımız rivayet ise şöyedir; Evliya Çelebi'ye göre, Hezârfen Ahmed Çelebi 1632 yılında lodoslu bir havada Galata Kulesi'nden kuş kanatlarına benzer bir araç takıp kendini boşluğa bıraktı ve uçarak İstanbul Boğazı'nı geçip 3558 m. ötede Üsküdar'da Doğancılar'a indi!

Galata Kule’si  16. Yüzyılda önceleri tersanede çalışan kölelerin kaldığı bir zindan, sonra da tersanenin gemi levazım ambarı olarak hizmet vermiş. Lale Devri’nden itibaren de yangın gözlem kulesi olarak kullanılmış.  O yıllarda yangın gözlemevi olarak kullanılan kule, kaderin garip bir cilvesi sonucu ilerleyen yıllarda iki büyük yangın geçirmiş.

Osmanlı devrinde binalar inşa edilirken bölgede taş bulmanın zorluğu ve ahşabın ucuzluğu  ve de depreme karşı bir tedbir olması açısından, ahşap konutlar tercih edilirmiş. Ancak bu durum, İstanbul’un meşhur poyrazının da etkisiyle çıkan yangınların, daha büyük tahribata yol açmasına sebebiyet vermiş. İstanbul, tarih içinde deprem ve yangın felaketlerine sıklıkla maruz kalmış olmasına rağmen yine de deprem, yangına göre çok daha korkutucu kabul edilen bir afet olmuş. Zira o dönemlerde yangındaki can kaybı, depreme göre yok denecek kadar azmış.

Bundan dolayı ünlü şair Keçecizade İzzet Molla kaleme aldığı bir şiirinde “Yarabbi sen bize hareket-i arz felaketi verme, bize alıştığımız yangın afeti kâfî” demiştir. 

Sıklıkla yaşanan yangın olayları neticesinde Beyazıt ve İcadiye kuleleri birbirini tamamlar nitelikte yapılmıştır. 

Beyazıt Kulesi

Geçmişten günümüze gelen ve bir çok farklı görevle kullanılan tarihi Galata Kulesi artık yeterli gelmediğinde düşünülen ve yapılması planlanan Beyazıt Kulesi, sadece yangın gözlemlemek için yapılan ilk kule durumunda idi ve  Beyazıt Kulesi’nden Yedikule, Aksaray ve Bebek’e kadar olan Boğaz’ın Rumeli Sahili, rahatlıkla gözlenebiliyordu. 

Evet kule yapılmıştı yapılmasına ama nasıl görev yapıyordu derseniz işte cevabı.  Vezneciler semtinde bulunan Acemioğlanlar ocağından getirtilen yaklaşık 25 acemi er bu kuleye  konularak, yangınların zamanında bildirilmesi görevi ile  vazifelendirildiler. Kulenin üst tarafındaki gözetleme köşküne yerleştirilen bu delikanlılara zamanla, halk arasında “Köşklü” denilmeye başlandı. Yangın gözetleme erlerimiz yani köşklüler nöbet sistemi ile geceli gündüzlü çalışırmış ve en öncelikli işleri çıkan yangını anında yetkilere ve halka duyurmakmış. Bu nedenle de köşklülerin yapılı, hızlı ve çevik kişilerden seçilmesi zorunluluk arasındaymış. İstanbul’un üç önemli yangın kulesinden Galata’da 18, Bayezid’de 30 ve İcadiye’de 3 köşklü görev yaparmış. Köşklülerin ellerinde “harbe” ya da “harbi” denilen mızrak benzeri bir değnek bulunurmuş, köşklüler her hengi bir yerde bir yangın olayını gördüklerinde  koşarak yangın mahallini durumdan haberdar ederler ve gerekli tedbirlerin alınmasını temin ederlermiş. Köşklülerin yoluna çıkıp da “yangın nerede” diye sorulmaz, sorulsa da cevap alınmazmış. Çoğu zaman köşklü, yangın haberini vermesi gereken yere doğru duraksamadan koşusuna devam eder, o esnada yangının nerede olduğunu soran kişiye de okkalı bir küfür savururmuş.

Bir çocuğun oldu

Beyazıt Kulesi’nin geleneklerine göre, yangını gören nöbetteki köşklü “Ağa! Bir çocuğun oldu” dermiş. Ağa da sorarmış: “Kız mı, oğlan mı?”. 

Anadolu yakası, Beyoğlu ve Boğaz’ın Rumeli yakası yangınları “kız”, İstanbul içi yangınları da “oğlan” olarak anılırmış. Haberi alan Ağa hemen kalkar, dolaptan bir çanak maytap çıkarıp yakarak İcadiye Kulesi’ne haber verir ve İcadiye’den yedi pare top atılarak yangın tüm ahaliye ilan edilirmiş.

Beyazıt yangın kulesi Cumhuriyet döneminde de kullanıldı. Hatta 1962 yılında havanın açık olduğu bir gün Büyükada’da meydana gelen bir yangın, gözetleme yapan itfaiyeci tarafından sokağına kadar belirtildi. 

İcadiye Yangın Kulesi

İstanbul’da yer alan üç büyük yangın kulelerinden biri olan İcadiye yangın kulesinin tarihi 19. yüzyıl ortalarına kadar çıkar. İcadiye Kulesi, hem nüfusu 19. yüzyıldan itibaren gittikçe kalabalıklaşan Anadolu yakasını hem de Bebek ve Arnavutköy’ün yukarı kesimlerini gözetleme açısından önemli bir yer tutmakta idi. Kulenin, bulunduğu  Vaniköy semti, adını sultan 4. Mehmet zamanının hünkâr şeyhi olan Vani Mehmed Efendi’den alır. Padişah tarafından Mehmed Efendi’ye bağışlanan koru, 19. yüzyıla gelindiğinde Kenan Efendi adında birinin idaresine geçmişti. İşte bu zat 1830’lu yıllarda, kulenin bulunduğu saha yakınlarında bir köşk yaptırarak Sultan 2. Mahmud’a hediye etmişti. Ancak çok kısa bir süre sonra bu köşkün yanması neticesinde sultan, burada yeni bir köşk yapılmasını emretti. Sultanın köşkü yeniden yaptırması sonrasında ortaya çıkan mükemmel ve “nev-icad” yapıdan dolayı hem köşke, hem de bölgeye İcadiye adı verildiği rivayet olunur. Havasının güzelliği ve suyunun lezzetinden dolayı bu köşke bizzat sultan tarafından “Hekimgirmez” diye isim verilmişti. Köşk, Kırım harbi döneminde Sultan Abdülmecid tarafından İstanbul’a müttefik sıfatıyla gelen İngiliz askerlerine tahsis edildi. Ancak askerler çekilirken köşkte bir yangın daha çıkmış ve harabe haline gelmişti. İşte yanan bu köşk yakınlarındaki yüksekçe bir tepeye, küçük bir tabya vazifesi görmesi amacıyla bir kule inşa edilmişti. Kulenin içine bir miktar asker ile birkaç top konulmuştu. Kulenin aynı zamanda yangın gözlemevi amacı ile de kullanıldığını ve hatta zamanla bu işe tahsis edildiğini görürüz. Nitekim toplar da yangını haber vermek amacıyla ateşleniyordu. Bu iş için başlangıçta iki, sonradan sayıları üçe çıkarılan nöbetçiler vazifelendirilmişti. Söz konusu uygulama 2. Meşrutiyet devrine kadar devam edecek, bu tarihte telefonun yaygınlaşmasıyla toplar, kuleden indirilecektir.

Kule, ilerleyen yıllarda muhtelif vesilelerle elden geçirildi. 1911’de İcadiye Kulesi’ndeki yangın gözlemevi, artık gereksiz olduğu gerekçesiyle kaldırıldı. Yangın nöbetçilerinin bulundukları kagir kule ise iki odasıyla birlikte genişletilerek rasathaneye dönüştürüldü. 1 Temmuz 1911’den itibaren yapı Fatin Gökmen nezaretinde açılan Kandilli Rasathanesi olarak hizmet vermeye başladı. İcadiye yangın kulesi bugün başka bir doğal afetin gözlemlenmesi amacına hizmet ediyor.

Kaynak: ÖZEL HABER
Editör: EMİNE KALYON

reklam alanı

YORUMUNUZU BIRAKABİLİRSİNİZ

YASAL UYARI! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, pornografik, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen kişiye aittir.

MOBİL UYGULAMAMIZ

HABER ARŞİVİ


Yeşim Demir'le Rüya Yorumu


KÖŞE YAZARLARI

reklam
reklam